Her insan yetişme biçiminin verdiği şekille bakar hayata. Temelde ne varsa yaklaşımlarda o temelden aldığı referanslarla olmaz mı? Bu nedenle hayat yolcuğumuzdaki her olay karşısında ortaya koyduğumuz tepkiler, kucağımızdakilerden başka bir şey olmasa gerektir. Peki, bunca bakış açısındaki çeşitlilik iyi midir, yoksa kötü mü?
Elbette çok seslilik işin doğasından gelir. Yoksa tek tip anlayış ve yaklaşımlarla hayat robotlaşmışlıktan başka bir şey olmazdı sanırım. Yani değişik bakış açıları güzeldir. Farklılıklar hayatı güzelleştirir, zenginleştirir. Fakat sınırları korunmak şartıyla! Niye mi diyorsunuz? Çünkü sınırsızlık kargaşaları doğurur da ondan…
Evrensel ölçülere teslimiyet, sosyal hayatın kaçınılmaz bir gerekliliği değil midir? Herkes zenginler gibi baksaydı hayata, fakirin halinden kim anlayacaktı? Herkes kırsalın insanı gibi düşünseydi, şehirleşme nasıl mümkün olacaktı? Herkes şehirli gibi düşünseydi bu defa dünyanın değişik kesimlerinde yaşayanların halleri nasıl anlaşılacaktı?
Yokluk görmeyen hayatı kolay bulan, gözlerini açtığında dahi birçok imkânla buluşanların hayata tepeden bakması normal mi karşılanmalı? Onlar biraz daha hoyrat ve kolaycıdırlar genellikle. Bir de hayatı zorluklarla selamladığı halde yine de hoyrat olanlar vardır ki, onlara ne demeli? Elbette örnekleri çoğaltabiliriz. Aslında hayat bir bütün, hepsi lazım, hepsi gerekli! Bu yüzden empati yapmak önemsenmiştir sosyal bilimler de.
Evet, hayata tepeden bakanların her iş ve konuya bakış açısı aynı şekildedir. Yani biraz tecrübesiz, biraz da ham’ca! Kendileri özeldir onların. Ayrıcalıklı bilirler kendilerini ve öyle de inanırlar bunun doğruluğuna… Alın terlerini başka sahalara dökmek isterler. Asıl yorucu işler, çile, meşakkat onlara göre değildir hiç bir zaman. Hazır tüketimi daha çok tercih eder ve severler kolaylarına gittiği için. Yine onlar az yorulup çok para kazanmalı ve onu da doyasıya yemelidirler kendi istekleri doğrultusunda. Nasılsa kendi kazançlarıdır. Eh! Haklarıdır ne de olsa. Emek yoğun işler bizim gibilere göre alın teri iken, hayata tepeden bakanlara göre tâli işler sınıfındandır. Acımaları ise yazık, vah, tüh gibi serzenişlerle akseder dış dünyaya. Dildendir sızlanmaları. Çünkü akıl kuramları ile yakalarlar olayları, kuru bilgi ile süzerler hadiselerin iç yüzünü. O yüzden üzülmeleri de işlenmemiş bilgi düzeyindedir. Kalpler aynı duyumsamayı hissetmez söz dizimleri sıralanırken, acımalarına. Merhamet ve tepkileri duygusallığın zenginliğinden uzaktır sırf bu sebepten…
Onlar toprakla teması sevmedikleri gibi ölümlü olduklarını da akla getirmezler hiçbir zaman. Böbürlenerek yürürler toprak üstünde. Hastalıkla yüzleşmeyi, yaşlanmayı ekonomik ve sosyal statülerinin bozulmasını asla istemezler. Bu gerçeklerle buluşmaktansa, kenarından dolanarak kolaycı bir hayat yaşamayı benimserler. Topraktan geldik, toprağa gideceğiz diyemezler. Üzerinde sert adımlarla yürüdükleri toprağın, bir gün üzerlerine yorgan olacağını unutuverirler. İşte bu yaklaşımlar hayata tepeden bakanlarla, hayatın bizzat içinden gelenlerin farkı ve ayrıcalıklarıdır belki de! Bilinmeli ki, dünyada oluş gayesine göre bir hayat sürüp, öylece de hayata veda edilmeli..!
Dileğimiz odur, herkes geldiği yeri unutmasın. “Neyim” demesin! “Neydim, ne oldum ve sonunda ne olacağım” sorularını kendine sormak suretiyle hayata karşı antrenmanlı olsun.
Yorumlar kapalı.