Türkiye’nin gündemindeki Anayasa paketi, Anayasa Mahkemesi veya halkın oyu ile ret edilir ve hayata geçirilemezse, çok uzaklara gitmeden, yakın vadede başımıza gelecekleri bugünden doğru okuyup yerimizi ve yönümüzü, durduğumuz noktayı açık açık belli etmekten yanayım. Yılların kangren olmuş bir çok çıbanının deşilip içindeki irinlerin temizlenmesine kapı aralayacak olan bu Anayasa paketi akim bırakılırsa ne olur? Düşünülmesi, hayal edilmesi bile, hafakanlar yaşatmaya yeten böyle bir olgunun doğal sonuçlarını görmek için müneccim olmaya gerek yok. Birazcık salim akıl ve dünyadaki reel politiği masanıza koyup yaşamakta olduğumuz sürecin enstrümanları ışığında değerlendirdiğinizde, doğacak sonucu açıklıkla görürsünüz.

 

Anayasa oylamasında kullanılacak her oyun rengi, Türkiye’nin üniter bölünmez bütünlüğü ile Birleşmiş Milletlerin gözetiminde yönetilecek İki Federasyona bölünmüş Türkiye’den hangisini tercih ettiğimizi ortaya koyacak. Korkunun ecele faydası yok; bunu açık açık konuşalım ki, yarın kimse “ben böyle olacağını beklemiyordum” gibi sığ ve aptalca bir savunmanın arkasına sığınmasın. Şu anda Türkiye’nin hızla sürüklenmesi istenen kaotik ortamla amaçlanan hedef bu; kendine malik olmayan, yönetimi zayıflatılmış, ekonomisi altüst edilmiş, toprakları BM’in vesayeti altında parçalara ayrılmış, artık Ortadoğu’da “mihver devlet” olmayı bırakın, bin yıldır birbirinin damarına işlemiş Türk Kürt kanının ayrıştırılmasının imkansızlığından “mübadele”nin mümkün olmadığı, kin ve nefretin hedef gözetmeksizin kurşunlayacağı suni olarak çökertilmiş bir ülkenin vatandaşları, o gün geriye dönüp bugün işledikleri günahın pişmanlığını yaşamakla, kendi elleriyle verdikleri oyun nelere yol açtığını görüp zamanı geriye döndüremeyeceklerdir.

 

Deniz Baykal’ın kronikleşmiş muhalefet liderliği saplantısına kurban edilen 50 yıllık siyasi kariyerine son verenlerin, O’nun yerine ikame ettikleri siyasi figüran Kemal Kılıçdaroğlu efendinin Türkiye’yi kucaklayacak bir kapasiteden ve karizmadan yoksunluğu, O’nun kullanılabilirliğinin de en sağlam delili.

 

Devlet Bahçeli’nin akla ziyan OHAL isteğini, ki, 1980’de Sıkıyönetimle başlayıp 87’de OHAL’le devam eden, yaklaşık 23 yıllık bir uygulamanın ardında bıraktığı kan, gözyaşı ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesince tescil edilen idari ve hukuki cinayetlerin faturası tescil edilmiş rezilliğine tekrar geri dönme isteğini de bu sürüklenişin duvar kağıdı olarak not edip, Mustafa Sarıgül’ün CHP kongresinden sonra nasıl ve niçin tökezletildiğini, Hüsamettin Cindoruk’un uzaktan bakıldığında hezeyan gibi görülen ancak yakın plandan mercek altına alındığında sinsi bir planın parçası olduğunu fark ettiğiniz koalisyon isteği çıkışını da bu potaya koyup bakıyorum; Cani ruhlu katil İmralı sakini Abdullah Öcalan’ın CHP kurultayından hemen sonra yaptığı, “(Erdoğan’ın) Ayaklarının altındaki toprak kayıyor. İşte görüyorsunuz Kılıçdaroğlu geliyor.” açıklaması bir anlam kazanmaya başlıyor.

 

Bu kirli senaryodan beklenenlerin ne olduğunu Taraf gazetesinde yazan Orhan Miroğlu,  BDP’nin politikalarına yön verenlerin, “devletin çözüme hazır, AK Parti’nin çözümün önünde engel” olduğuna inandıkları, Kürt toplumunda ‘kiminle savaştıysan onunla barışırsın’ gibi bir fikri kabulün olduğu, açılım başladığındanberi pompalanan bu düşünceye göre, kendisiyle savaşılan güç; devlet, Askerî bürokrasi ve giderek devlet partileri.. yani CHP olduğunu ifade ettikten sonra “Olası bir CHP-MHP koalisyonunda, Kürtlerin federasyon elde edebileceğine ilişkin garip iddialar bile var” (04.05.2010, Taraf) diyerek senaryonun sonuç kısmına bakmamıza yardımcı oluyor.

 

Tüm bu değerlendirmelerin Yargı ayağındaki, Türkiye’ye pranga vurmaya kendini adamış hukukçu kimliğindeki kanun adamlarının varlığını da hesaba katarsanız, ucu açık bu yolculuğumuzda sonumuz hiçte aydınlık görünmüyor…

Nereye Sürükleniyoruz?

Yorumlar kapalı.

Giriş Yap

Açıksöz Gazetesi ayrıcalıklarından yararlanmak için hemen giriş yapın veya hesap oluşturun, üstelik tamamen ücretsiz!