Zamanın yorgun nefesi gibi. Sanki takvimin kalbinde yanık bir yaprağı andırır. Bir taraftan yazın en parlak ateşi, diğer yandan sonbaharın gölgeli eşiği. Güneş başımıza kor gibi işlerken beden ter salgılar. Gönül susarken ruh ise bir serinlik arayışındadır. Takvimdeki bir aydan ibaret değildir Ağustos. Tarladaki hasat, gönüldeki imtihanın sıcak mevsimidir. Terleyen beden, susayan boğaz, yanık toprağa düşen gölge. Sadece güneşin harlı ateşi değildir toprağı yakan. İnsanın içindeki nefs mücadelesi de aynı şiddetle insanların ruhunu zorlar. Feraset sahibi olan cehennemi hatırlarken, başka bir dünyanın insanı da başka düşüncelerle oyalar kendisini.
Tabiatın son baharı. Her şey olgun, tatlı, bol ve bir o kadar da kırılgan olduğu zamandır Ağustos günleri. Ağaçlar yemiş yüklü, tarlalar altın rengi, hava ise iç çektiren bir güzellikte. Ama biliriz ki, bu ihtişam geçicidir. Bir fırtına, bir serin yağmur, her şeyi altüst edebilir. Ağustos, bu yüzden kıymet bilme mevsimidir de aynı zamanda. “Şimdi”ye sıkı sıkı tutunma, anın içindeki güzelliği görme ve onu doyasıya yaşama zamanıdır. O sadece bir ay değil, bir duygu yumağı, bir hayat metaforudur. Sıcağıyla yakan yüzü kadar hüznüyle burkan acıtıcılığı da vardır. Onu her hissedişimizde; olgunluğuyla doyurucu, içimizde bazı eksiklikleri tamamlayıcı olarak buluruz. Gelmekte olan yılın son mevsimine yeni bir başlangıcın heyecanlı filizlenmesini armağan eder bize. Çünkü Ağustos’a veda, Eylül’e merhabanın tohumlarını taşır içinde…
Ağustos bir bakıma insanın ömründedir. Gençliğim hoyrat telaşına, ihtirasların kavuruculuğuna, arzuların sabırsızlığına özlemle işaret eder. Yine çocukluğun ilkbaharı, gençliğin yazı geride kaldığında yüreklerin içindeki olgunluğun kavurucu sıcaklığı da hissedilir. Heyecan hâlâ vardır ama bir başka telaşsızlık içerir. Ne tam taze umut ne de bütünüyle yaşanmışlığın dinginliği. Çünkü bu ay bir bakıma insanın hem diri hem yorgun halini anlatır. Ömürde Ağustos, bir iç hesaplaşma mevsimidir. Ne geçmişi bırakır insana ne de geleceği tam gösterir. Bir sınırdır; insan, kendi ağustosunu yaşarken. Hangi günlerin kıymetini unuttuğunu, hangi hayallerini sıcakta kavurduğunu düşünür. Ve belki de en çok, “Artık serinliğe ne kadar kaldı?” sorusunu sorar.
Hasada dair geçişi kulağımıza fısıldar. İnsan, “daha ne kadar kalabilirim bu dünya ateşin içinde?” diye kendisine sorar. Biliriz ki, her zirve aslında inişin başlangıcıdır. Tıpkı yazın doruğundan sonbahara doğru yürüyüş gibi. Ağustos, bize hem varlığın şatafatını hem de faniliğin gölgesini hatırlatır. Evet o bir hâldir. Duyguda, düşüncede, bedende, ömürde derin izler bırakan, kendine has bir deneyim. Kimi kendi Ağustos’unda yanar, kavrulur; kimi sabırla yanışı olgunlaştırır, sonunda iç baharına kavuşur. Çünkü ateşi sabırla aşabilen iman ve amel sahipleri serinliğe yürür. Ateşin içinden geçen İbrahim misali, yanmaktan kurtulur…
Yorumlar kapalı.