Bir nehir düşünelim. Kaynağından coşkuyla fışkırır, taşlara mırıldanır, kökleri sularken dallara ilahi bir nefes üfler. İnsan ise bu nehrin kenarında durup, avuçlarına doldurduğu suyu toprağa dökerek, “Neden rengin soluk?” diye sitem eder. İşte nankörlük, kendisine uzatılan elin kıvrımlarını görmezden gelmek, varlığın dokusundaki ipliği koparıp kendi karanlığına dikmektir. Halbuki Kur’an-ı Kerim de Rabbimiz; “Eğer şükrederseniz size nimetimi daha çok vereceğim.” (İbrahim Suresi, 7)diye buyuruyor.
Nankörlük, sayılamayacak kadar çok olanları, bir solukla tükenmiş varsaymaktır.Nemrut ve Firavun ’un sonunu hatırlamalı insan. Tufanlarda kaybolup giden kavimleri akla getirmeli. Karun altınlarını yeryüzüne serptiğinde, toprağın onu nasıl yuttuğunu ibret ile düşünmeli. Unutmayalım ki nankörlük, servetin mühürlü sandıklarını açarken, kalbin kapılarını kilitlemektir.
Çiçeğin tomurcuğuna minnet duymayan, güneşe övgü düzmeyen insan, pekâlâ yaratılış amacını da görmezden gelebiliyor. Tıpkı kıssada olduğu gibi. Bir derviş, kendisine ekmek uzatan fakire “Niye bu kadar az?” diye sorar. Rüzgâr ekmeği savurup toprağa düşürdüğünde ise, “Niye hiç yok?” diye feryat eder. Demek ki nankörlük, sahip olduğu “az”ı kaybettikten sonra “hiç”in matemini tutmaktır!
Hz. Mevlana’nın anlatışıyla; “Aynanın pası, güneşin değil, kendinin eksikliğindendir.” İnsan, Rahman’ın aynasında kendi yansımasını göremeyince, kabahati ışığa yükler. Hz. Süleyman’ın mührünü taşıyan bir karınca ise “Biz fark edilmeyiz” diye inlerken, Süleyman Aleyhisselam onun ayak seslerini duyan ilahi hikmetin taşıyıcısıdır.
Atalarımız bu konuda; “Nankörün sofrasına konan her lokma, dişinde taş kesilir.” diye ikaz ediyor bizi. Peki, neden böyle oluyor? Çünkü taşın soğukluğu, ekmeğin sıcaklığını unutmanın bir bedelidir. Nankörlük, duyulanı duymazdan gelmek, görüleni silik bir leke sanmaktır. Hz. Yusuf’un kuyudaki duası, nimetin kıymetini bilenlerin dilinde bir inci olurken, kardeşlerinin hasedi, kuyunun dibinde kaybolan bir çığlığa dönüşüyor. Yıldızlar, kendilerine bakan gözlere ışık saçarken kör olan, gökyüzünü suçluyor. İnsan, Rahman’ın lütfunu bir bahçe bilip gülleri sulamak yerine dikenlere takılırsa, varlığın dilini çözemez. Sığ sularda kaybolup gider…
Oysa şükür, kulluğun simgesidir. Nimete teşekkür isesevgiyle çizilmiş bir davettir. Sadece nimeti değil, o nu vereni görme inceliğidir. Bunun küçük bir numunesi ise insanın insana teşekkürüdür. Kişi, sabır, sadakat ve şükürle yontulmuş bir kale olmayı dilerse her nefes mermere vurulan bir çekiç darbesigibi olur.
Unutulmamalı ki cevher, incirin içinde değil çekirdeğin sabrında ve insanın kulluğundadır.
Yorumlar kapalı.